28 Aralık 2012 Cuma



“NEY”
     

Ney tasavufta hem bir enstrüman, hem de simgedir.Ney İnsan-ı Kâmil’i simgeler.Ney içi boşaltılmış,fırınlanmış bir kamıştır.Ney’in kendi sesi bile yoktur,Neyzenin üflediği sesi verir ney…
Ney yedi makam çalar.Bu Ahadiyetteki bir siyah nokta olarak tecelli eden sesiz Allah’ın yedi tecelliyi geçince,yani ney gibi bağrı yanınca İnsan-ı Kâmil olarak ses vereceğini gösterir.Ney ile Elif harfi arasında da bir bağlılık vardır.Üst üste konan yedi nokta Elif harfini oluşturur.Nokta ile Elifin aslı birdir.
Ney her perdede dört ton ses üfler.Bu da toplamda Yirmi sekiz tona erişir.28 rakamı önemlidir.Alah Kelam sıfatının tecellisini Kuran’da göstermiştir ve Kuran 28 harfle yazılıdır.
İlk üç perde fiil perdesidir.Burada insan kötü şeyler yapmamaya,iyi şeyler yapmaya çalışır.Tüm fillerin sahibinin ve yapıcısının Allah olduğunu hatırdan çıkarmaz.
Dördüncü ve beşinci perdeler sıfat perdeleridir.Sıfat tecellisi içinde zıtlıkları barındırır.Uzun/kısa,doğru/yanlış,siyah/beyaz gibi.İkilik kavramının çok olduğu perde bu perdedir.Mürşidlerin ikilikten kurtul birliğe kavuş dedikleri yerler bu perdelerdir.Sıfat perdelerindeyken tüm sıfatların sahibinin Allah olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.Neydeki altıncı ve yedinci perdeler Zat perdeleridir.Burada kişi Allah olmaz,kişinin yaptığı tüm olgular Zat tarafından denetlenmiş olur.
Neydeki Başpare yani üflenen bölüm ise İnsan-ı Kâmil’i temsil eder.Altı cihet,yedi yönden kainatı görür.
Ney denince hemen insanın aklına  Mevlana ve Mesnevi geliyor.Mevlana el yazısıyla yazdığı  Mesnevi’nin ilk 18 beyitinde İnsan_ı Kâmil’i anlatmış,zıtlıklar üzerine bir birlik kurmuştur.Hakk nasib ederse ileriki yazımızda  bu 18 beyiti yorumlamaya çalışacağız.  


                       
                                                                                          

Kaynak gösterilerek alıntılanabilir.
© H. Endercan KURŞAKLIOĞLU,  20.09.2010                


NİYAZİ-Î MISRİ’NİN BİR ŞİİRİ VE AÇIKLAMASI


“Ezelden narına aşkın ben yana geldim cihân içre,
Akıttım nice dem yaşlar gözümden kan içre.”

Ezelden aşkın ateşine göz yaşı  akıtarak geldim cihân içre,
Akıttım nice zaman yaşlar gözümden kan içre.

“Hak ile bi-nişân iken,kamu canlara can iken,
Düşürdü bi-mekan iken beni kevn-i mekan içre.”

Hak ile nişansız iken,tüm canlara can olmuşken,
Mekansız Alemden beni düşürdü b u dünyaya.

“Nice geldim ,nice gittim,nice doğdum nice öldüm,
Nice doğdum ,nice öldüm şol gül gibi cihân içre.”

“Bulut olup göğe ağdım,matar olup yere yağdım,
Güneş olup gahi doğdumzemin ü asuman içre.”

Bulut olup göğe yükseldim,yağmur olup ordan  tekrar yere yağdım,
Güneş olup bazen doğdum  yeryüzü ve gökyüzünün üstüne.
 “Nebat olup nice devran, Nice demde olup hayvan,
Geydürdü suret-i insan bana devr-izaman içre”

 Önce bu devrana bitki olarak ,sonraysa hayvan olarak katıldım.
Sonra Allah bana belli bir devir sonra İnsan sureti giydirdi..

“Çü insan suretin buldum,Hakk’a hamdü sena kıldım,
Fena ender fena oldum cihanu asuman içre.”

Sonunda insan suretim buldum,Hakk’a hamdü sena kıldım,
Fena(Yok)dan öte fena oldum ebedi  bekâ(Varlık) içre.
“Erişti marifet nuru,gönül oldu Hak’ın Tur’u
Niyazi duydu çün sırrı,beyan etti ayân içre.”
Marifet nuru erişince insanın gönlü Hakk’ın Tur’u olur yani Hz.Musa Tur Dağında Allah’la nasıl konuştuysa öyle feyz-i akdese sahip olur. Marifet gönlün kendi kendini bilme özelliğidir.Sahibine arif denir.
Niyazi duydu bu sırrı, anlayanlar için anlayanlar içinde ortaya koydu.
                                                                                                                        


Kaynak gösterilerek alıntılanabilir.
© H. Endercan KURŞAKLIOĞLU, 2012


TÜRKİYENİN İKTİSADİ VE İÇTİMAİ TARİHİ CİLT .II(1453-1559)

Bölüm I


        Tarihçi  ve  Araştırmacı  Endercan  Kurşaklıoğlu  Derekahve Fikir Otağının 16 Ekim 2010  Pazar günkü toplantısında aşağıdaki semineri vermiştir :

A)               XV.YÜZYIL ORTALARINDA YENİ TOPLUMSAL YAPI :

a)                  ŞEHİR TOPLULUKLARI: İstanbul  Anadolu  ve Rumeli’ndekilerden  farklı  olmak  üzere Enderunluların  önde bulunduğu  tipik  bir  Osmanlı  şehri  durumunda  gelişmiş  oluyordu. Bizans  ve  Batı  Hrıstiyanlığı  şehir  hayatından   çok  şeyler alan, fakat  Eski  Doğu - İran  saraylarının  ve  yüksek  bürokratik  zümrenin  debdebeli  ve  dejenere   zevklerini  onlarla  toplayan  Osmanlı  Başşehri, kurulduğu  mutlak  irade, geliştirdiği  yüksek   dereceli  medreseler  ve  başka  nedenlerle, Anadolu  şehirlerindeki  ileri  gelen  ailelerin  bir  kısım  üyelerini  kendine  çekmekte, onlarla  akraba  oluyor  böylece  başşehir  modası  ve  hayat  biçimi öteki  şehirleri  de  çabucak  tutkusu  içine  alıyordu.
            Köylerde  görülen  ekonomik  bunalım  sonunda  doğan Rindlik  kaybolmuştu. Köyden gelen  Garip  Yiğitler  Gazi Sultan’ın  ordusunda  bulunarak  ulufe  veya  ganimet  elde  etmek  bulunmaz  bir  fırsattı. Fatih kanunnamesinden sonra Ahilik sınıfı bağımsızlığını yitirmiş, XIII. yüzyıl Ankara başta olmak üzere birçok yerde güvenliği sağlayan  Ahi  Babalar  Kadılarca  atanmaya  başlamıştı. Böylece Ahilik çökmüş, devlete bağlı Lonca ve Kethüdalık sistemi 1453’den sonra yükselmişti. Esnaf Dernekleri ordu sefere çıktığında lojistik hizmetini karşılayacak oduncuları yollayarak fetihlerde yer alırlardı. Medreseliler ise tahsilleri bittikten sonra padişahtan iş istemek zorundaydılar.
            Devlet görevlileri dışında şehrin baştagelen sınıfı Ayan ve Eşraf sınıfıydı. Bu sınıfı kimlerin oluşturduğunu belli bir şekilde anlamak  güçtür. Çünkü Türk Tarihinde birbirinden  belirli  hukuksal  ve  geleneksel  sınırlarla  ayrılmış  sosyal  sınıflar  yoktu. Ancak  şehrin  sorunlarına  veya  hükümetle  olan  ilişkilerine  ve  başka  işlere  ait  yazmalarda  halkı  temsil  ediyor  diye, fikirlerine  başvurulan  ve  bazı  hallerde  hükümetten  dileklerde  bulunan  Ayan  ve  Eşraf, adı  pek  sık  geçmekte  olduğu  için  varlıklarından  şüphe  etmiyoruz.
            Eşraf  ve  Ayandan  sayılan  aileler  doğuşları  itibariyle  hükümet  kapısından  geliyorlardı . Geçmişte  ya  vezir  ya  da  Subaşı, Sancak  Beyi , Kadı , Müderris  ve  benzeri   olmuş  bulunanların  yığdıkları  servetleri (han , hamam , dükkan , bağ , bahçe  gibi  arazi  ve  büyük  emlak  , büyük  vakıfların  mütevelliliğini  yapmaktaydılar . ) kendilerinden  sonra   arkalarında  zengin  bir  aile  sürdürdüğünden, bu gibileri  , şehirlerde  Ayan  ve  Eşrafın  kendileriydiler .  Mevlâna’nın  XIII. yüzyıl  Selçuklu  şehirleri  için  yaptığı  sınıflandırmanın  bir  benzerini XV. yüzyıl  için  yaparsak  şu  sonuçlara  varırız :
1)     Padişah  ve  saray  halkı
2)     Hükümet  hizmetlileri (Kılınç  ve  kalem  Ehli . Kadılık  en yüksek  taşra  mülki  ünvanıydı .  )                                                            
3)     Eşraf  ve  Ayan
4)     Esnaf  ve  tüccarlar
5)     İşçiler  ve  çıraklar
6)     Ufak  tefek  bağ , bahçe  ve  dükkanları  olan  halk
7)     Mutezika ( Vakıf geliriyle  geçinenler )
b)       KÖY  TOPLULUKLARI : XV. Yüzyıl  köy  topluluğu  XIII. yüzyıldakine   oranla  ölçerek  söylüyoruz  ki  yerleşik  yaşantıyı  ifade  ediyordu  ve  geçimleri  tarım  üretimine  dayanıyordu . Rumeli’nin  Türkleşmesinde  Anadolu’dan  Rumeli’ye  geçen  köylülerden  yararlanıldığı  bilinmektedir . Sipahiliğin  esas  kaynağı  köylüler  ve  göçebe  Türkmen  Aşiretleriydi . XV. Yüzyılda  Türkmen  kitlesi  geniş  çapta  yerleşip  birer  köy  kurmuş  durumdaydı . Türkmen  köyleri  yazın  yaylaya  sürülerini  çıkartır , kışın  kışlağa  dönerek  tarımla  uğraşırdı .
       XV. yüzyılda  köy  bir cami  etrafında  toplanan  evler  topluluğundan  oluşuyordu . Caminin  yerini  bazen  zaviyeler  ve  Ahi  Tekkeleri  alırdı . Köylüler  henüz  Türkmenlik  anılarını  unutamadıkları  için  köy  gençlerine  “İl Eri”  deniyordu . İl  Erleri  bir  kazanın  köylerindeki  güvenliği  sağlıyorlardı . Komutanlarına  “ Köy Kethüdası ”  adı veriliyordu . Köylüler  devletin  “ raiyeti ”  idiler . Raiyetin  verdiği  icar  örfi  ve  şerri  vergi  sistemlerinde  aynı  esaslara  bağlı  olarak  vergi  kanunları  vardı .
            Köylüler  arasında  otlak  veya  mera  yüzünden  kavgalar olurdu . Bu  yüzden  Anadolu’daki  köylü  halkın  bir  kısmı  Rumeli’ye  sürgün  edilirdi . XV. yüzyıl  Türkiyesi’nde  Toprak  Ağalığı  yoktu . Köy  toplumsal  yapısının  dışarı  attığı  Çiftbozan  ve  Garip  Yiğitleri  devlet  hayatındaki  iyi  ve  kötü  bütün  yönleriyle  inceleyeceğiz .
c)       AZINLIKLAR ( EYRETİ  TOPLULUKLAR ) : Osmanlı   İmparatorluğu  Toplumunu  Suni - Müslüman  ailenin  en  küçük  toplum  olduğuna  inanan  insanlar  oluştururdu . Bunlar  köy , mahalle , şehir  halinde  gruplaşmış  toplumdular . Ayan  ve  Eşraf , Kılıç  ve  Kitap  Ehli  halk  da bunların  bir  araya  gelmesinden  oluşuyordu . Geçici Topluluklar  : Rumlar, Ermeniler , Türkmenler   (Yörükler) , Çingeneler , Mellaşlar  ve  Kürtlerdi . Türkmenler  aynı  dil , din  ve  kültürde  olmalarına  ramen  kendi  beylerinin  önderliğinde  merkezden   uzak  alanlarda  yaşıyor  ve  hayvancılık  yapıyorlardı . Osmanlı  idari  sisteminde  geçici topluluk  sayılan  Göçebe  Araplara  Kanuni  Sultan  Süleyman  zamanında  Şam , Bağdat ve  Arabistan  Valilerine  gönderdiği  bir  fermanla  Arabistan  toprakları  üzerinde  tımar  ve  unvan  verilmesi  yasaklanıyordu . Türkmenler  raiyet  değildi . Yıllık  vergi  öderlerdi .
       Osmanlı  İmparatorları  “ Sultan-ı Rûm ”  yani  Büyük  Roma  İmparatoru  özeliğini  taşıdıklarından  Fırat’ı  geçtikten  sonra  burayı  tımar  arazisi   hâline  getirmemiş, Doğu  Anadolu’da  yaşayan  Kürt  Aşiretlerinin  başında  bulunan  beyleri  bağlı  olduğu  kabilenin  devlete   borçlu  oldukları  askeri  ve  mali  yükümlülükler  bu  aşiret  beyi  tarafından  ödenmekte , devlet  aşiret  kişileriyle  değil  aşiret  reisiyle  muhataptı . Bu  durum Türkler  dışında  , imparatorluğun  öteki  milletlerine  yarar  yerine  zarar  getirmişti . Çünkü  onların  toplumsal  yapıları  gelişmemiş  ve  ilkel  özellikleri  yüzyıldan  yüzyıla  olduğu  gibi  sürüp  gitmişti.
       Kürtler , Türklerin  kuvvetli  şehir  hayatı  ve  kültürünün etkisine  kapalı  yaşadıklarından ,milliyet  duygusunu  ve  diğer  başka  sosyal  özelliklerini  kolayca  yaşatabilmişlerdir . Hata Küret  halkından  kuvvetli  bir  ailenin   (milli  veya  çevresel  hanedanın )  yönetiminde  yaşayanlar  varsa  da , bu  gibileri  Osmanlı  Padişahının  uyrukluğunu  kendileri  kabul  ettikleri  için  başlarındaki  bu  ailenin  ” beylik ” , ” valilik ”  haklarına  dokunulmuyor  ve  ocaklık  kuralları  içinde , bu  türden  bir  aile , kendisine  bağlı  şehir  veya  bölgenin  başında  yarıbağımsız  bir  siyasi  haktan  faydalanmaya  devam  ediyorlardı . Doğu  Anadolu’da , Suriye  ve  Irak’ta , böylece  kendi  Arap  ve  Kürt  halklarının  başında  “ Ocaklık üzere ”  yerli  vali  durumunu  sürdürmüş  birçok  soylu  aileler görülmüştü .
       Hristiyanlar  ve  Yahudiler  “ İllik Kâfiri ” yani  padişahın  reayalığını  kabul  etmiş  kişilerdi .  Azınlıklar  da  tasarruf  hakkına  sahiptiler, vakıfları  vardı.  Müslümanlar  dışımda  kalan  dinsel  cemiyet  üyelerine  devlet  hizmeti  verilmezdi. Yahudiler  Osmanlı  Ahi  Cemiyetine  de  alınmıyorlardı. İstanbul’un  fethinden  sonra  kurulan  Esnaf  Loncalarında  Yahudiler  Ahi örgütüne  rakip  bir  örgüt  kurmuşlardır.
       Havra  ve  kilise  kurmak , dini  nikâh  işleri haham  ve  papazların  elindeydi . Hristiyan  ve  Müslüman  toplumları  arasındaki  davalara  kadı  değil  Divan  bakardı . XVI. yüzyıl  başlarında  birçok  şehir  ve  kasabada  kolay  kazanç  yolu  arayan  birtakım  işsiz  güçsüz  kişiler , biribirlerine  tanık  olmak şeklinde  Hristiyan  ve  Yahudilere  Müslümanlığa , Türklüğe , kendilerine  küfrettiğini  yazıyor  veya  bu  kişilerin  mürted  olduklarını , yani  eski  dinlerine  gizlice  döndüklerini  kadıya  götüreceklerini  bildirerek  azınlıklara  korku  verip  şantaj  yapıyorlardı . Ayrı cemaatlar  arasındaki  yargılamalar  Divan’a  götürülünce  böyle  sahtekârlıklar  ortadan  kalktı .
d)       DİNİ  DURUM : Osmanlı  İmparatorluğu  Suni - Hanefi  bir devlet  özelliğini  taşıyordu . Danişmendiye  ve  Sufiye  tabakaları  arasında  bir  rekabet  vardı . Müderrisler  sufileri  mülhidlikle  suçluyorlar , tarikatlar  ise  onların  mana  değil  madde  aleminin  sultanı  olduğunu  söylüyorlardı . Akşemseddin  ve  Akbıyık  gibi  tarikat  uluları  ve  şeyhleri ; Molla Hüsrev , Molla  Gürani  gibi  danişmendler  arasında  biribirlerini  çeldirmek  için  bir mücadele  vardı . Şeyhler  kerametleri  ve  medreselilerin  açıklayamadıkları  dinsel  konuları  birkaç  dörtlükte  açıklıyorlardı . Vakıflar  dolayısıyla  şeyhlerde  İş  Eri  sayılıyordu . 1527  yılında  İstanbul   ulemalarından  Hoca  Kabız  isimli  birisi  Hz.İsa’nın  Hz.Muhammed’den  daha  üstün  olduğunu  ileri  sürdü . Olay önce  İstanbul  kadısınca  incelendi , dava  sonra  Divan’a  gönderildi .  Şeyülislam  Kemalpaşazade’nin  verdiği  fetva  ile   ölüm  hükmü  giydi .
                   On  yıl  sonra  ise  Hamzavi  Şeyhi   Oğlanlar  Şeyhi  İsmail  Hristiyanlık  ve  Musevilikte  esas  olan  inançlara  karşı  çıkmıyordu . Ona  göre  insan  Kâdimdir  yani  ölümsüzdür , mükafat  ve  mücazat  görmeyecektir , Cennet  ve  Cehennem  hayaldir .  Kabir  azabı , soru  ve  hesaba  inanmıyor  , tüm  evrenin  var  olmas   için  aşkın  var  olması  gerektiğine  inanıyor ; kişinin  iki  rekat ” Aşk  Namazı ”  kılmakla  namaz , oruç  gibi  kurallardan  kurtulacağını  savunuyordu .  Bu  görüşleri  yüzünden  29  yaşında  boynu  vurularak  öldürüldü . Oğlanlar  Şeyhi  ünvanının  bu  şeyhe  verilmesinin  sebebi  etrafındaki  müritlerin  gençlerden  oluşmasıydı .
       Yavuz  Sultan  Selim  ve  Kanuni  Dönemlerinde  Türkiye  büyük  bir   sıkıntı  geçiriyordu . Medrese  öğrencileri  içinde türlü  ahlaksızlık  olayları  çıkmada , şehirlerde  dolaşan  serseri  leventler , hatta  görevli  erler  soygun , hırsızlık , ırza geçme , cinayet,  kasten  yangın  çıkarma  ve  yağmacılığa  yeltenmekteydiler . Toplumun  düştüğü  bu  acıklı  durumdan  elbette  yakınmalar  yükseliyordu .  Kanaatımızca  bu  olumsuz  hareketlerin  nedeni  dini  hoşgörüsüzlük  nedeniyle  itikatsız  ve  imansız  insanların  artmalarından  dolayı  devletin   politikasında  İslami  bir  taassub  yoluna  gidilmesi  bir  kurtuluş  olarak  görülmüştü .
       1) Eski  düzen  ve  kanunlara  saygı  gösterilmez  olması
      2) Toplumda  ahlaka  ve  dine  aykırılık  görüldüğünde  açlık , deprem , sel   gibi  olayların, Tanrı  tarafından  insanları  cezalandırmak  için  yaratıldığını  söylüyorlardı .
        1538  yılında  bir  takım  fetvalar  ve  bu  fetvalara  dayanan fermanlarla  dinsel  yönden  şu  kararlar  alındı :
     1)  Sahn  Medreselerinde  Bilimsel  Bilimlerin  dince  zararlı  gösterilerek kaldırılması .
      2) Müslümanların  davranışlarında  saygısızlık  gösterenlere  ağır  cezalar  vermek .
      3) Müslüman  halkın  kullandığı  saygı  ve  hürmet  kelimelerinin  kullanılmasının  gayrımüslümlerce   kullanılmasını  yasaklanması . Örneğin  : Öldü  veya  vefat  etti  yerine  murtoldu , müşarüleyn  yerine  mefşur , İbni  yerine  velet  gibi  küçültücü  sıfatların  kullanılması . Hrıstiyan  ve  Musevilerin  ata binememeleri  ve  köle  kullanamamaları , tek  tip  elbise  giymeleri  mecburi  hale  getiriliyordu .
       Oğuz  asılı  köylü  ve  Yörük  halk  ise  yatır , evliya , iyiler , Hızır ,Üçler  Yediler  Kırklar  ruhlarına  inanıyorlar  ve  bunlara  nezir  ve  adak  adıyorlardı .
       İstanbul’da görülen medreseli-tekkeli ayrışması merkezi nitelikteydi.Merkez bu olaylardan etkilendiği halde Anadolu’da Müslüman Türkler Hristiyanlarla ve Yahudilerle aynı mahallelerde oturuyor , biri  birlerinin  iyi  ve  kötü  günlerine  katılıyorlardı . Toplum  laisizme  yakın  toplumsal  kurallarla  yönetiliyordu .

B)                OSMANLI REJİMİNDE  HÜKÜMET  SİSTEMİ

A)               PADİŞAH  VE TAHT : İstanbul’un  Devlet  Merkezi  oluşuyla  Türk  Siyasi  Hayatında  meydana  gelen değişiklikler  biribirini  izlemiştir . Örneğin  Fatih kendinden  öncekiler  gibi  “ Sultan ”  ünvanının  üstünde “Padişah ”  ünvanını  almıştı . Sultanın  haftanın iki  günü Divana  başkanlık  etme  yetkisi  mutlak  vekil  olan  Vezir – i   Azama  geçmişti . Padişah  arzları  veya  divan  kararlarını  kabul  eden  veya  geri  çeviren   mutlak  iradeli  bir  baş  otorite  durumuna  düşmüştü .
          Vezirlik  başta  olmak  üzere  tüm  ünvanlar   Ehl - i  İlim’den  Ehl - i Örf’e  geçmişti . Divandan  başlamak  üzere   tüm  yönetimin  başına  Enderun  kökenli  Gulâm  sınıfına  dayanan  kişiler  getirilmişti . Kölelerden  kurulu  Yeniçeri  Ocağı , onların  ileri  sürdüğü  Enderun’lu  Ekâbir  karşısında  güçsüzdü . Göz  kamaştırıcı  fetihler  dönemi  bitince  bu  ulufeli  asker  karşısında  padişahlık  makamı  kendi  iradesine  göre  daha  çok  kaybedecektir . Böylece  Yeniçeriler  ihtilalci  bir  sınıf  haline  gelecektir .
      Bu  konuda  dikkat  çeken  bir  nokta  da  devlet  kadrolarında  hükümdarın  ( kendi  ideasının  aksine  olarak ) artık  artık  “ mülkün sahibi ”  durumunda  bulunmadığı , padişahlık  görevinde  irsi  bir  memur  gibi  oturduğu  olgusu  yürütülebilecek , bundan  böylece  devletin  Osmanlı  Ailesi  üzerinde  bir  “ miras  kalmış  mülk ” olduğu  kimsenin  aklından  geçmeyecek , onun yerine  birliği  padişah  tarafından  temsil  olunan  tek  ve  bölünmez  devlet  bulunduğu  zihinlere  yerleşmiş  olacaktır .
B)               MERKEZİ  HÜKÜMET: Yükselme  Döneminde  hükümet  Vezir - i Azamın  başkanlığında  toplanan  üç  Daireden oluşuyordu . Birinci  Daire  kendine  bağlı  Ehl – i  Örf  ve yürütücü  nitelik  gösteren  bölüm  ki , bu  kadroya  dahil olanlar  “ Ehl - i Örf   ve  Ordu ”  mensubuydular . İkinci  Daire  Maliye  Dairesiydi: Defterdarın  başında  bulunduğu  bu  bölüm devletin  en  büyük  ve  en  önemli  örgütüdür . Mal  Memurları  ve  İş  Erleri  adlı  görevliler  kadrosu  maliye  bölümünün  mensuplarını  ifade  eder . Arap  Eyaletlerinin  fethinden  sonra  Defterdarlık  Anadolu  ve Rumeli  Defterdarı  olarak  ikiye  ayrılmıştır.
          Üçüncü  Daire: Kaza - i  Şerri  bölümden  oluşur . Başkanı  Kazaskerdi . Kazasker  hem  Adalet  Bakanı, hem  de  Yargıtay  Baş  Savcısı   ödevini  görürdü . Müdersisler, Kadılar  ve  Naibler  bu  daireye  bağlıydılar . Böylece  Vezir - i Azam  Divanın  başkanı  olmakla  O  artık  tam  anlamıyla  bir  Başbakan’dı . Yürütme  ve  yargının  da  başkanıydı.
C)                KAZA İDARESİ: Fetihten  sonra  İstanbul  bir  Subaşılık  ve  dört  kadılığa  bölünmüştü. Bu  kadılıklar  İstanbul, Galata , Haslar , Üsküdar  Kadılıklarıydı . Bu  kadılıklar  da  kendi  içinde  Naipliklere  ayrılıyordu . Ayrıca gece acil  olaylara  bakan  bir  Gece  Naibi  de  vardı. İstanbul bir başkent olduğundan bir Beylerbeyliğine  bağlanmamıştı. Bu  dönemde  İstanbul’un  Rumeli  Yakasına  Kaptan  Paşa, Üsküdar   Yakasına  Kocaeli  Sancak  Beyi  bakıyordu. Bu Orhan  Bey  Döneminden  beri  gelen  bir  görenekti. İstanbul  başkent  olduğundan   Yeniçeriler, Altı  Bölük  Halkı, bütün  meslek  dernekleri, Paşa  Kulları , Divan  Kâtipleri , Dergâh – ı  Ali Çavuşları , hükümet  ve  devlet  ileri  gelenleri  ve  akrabaları  , zabitleri  olan  esnaf  kadının  yargılamasından  muaftı . Asayiş  organları  mahallede  oturan  halk  tabakaları  için  işliyordu . Şeri  veya  Örfi  resimleri, iltizamları  ve  emanetleri  toplama  hakkı  Subaşılara  verilmişti . Bu ünvana  halk  arasında  Zaim  veya  Emin de  denirdi . Subaşılar 100  Akçe  gibi  dolgun  bir  ücretle  göreve başlarlardı .  Subaşılar  kendilerine  bağlı  Asesbaşı  ve  Aseslerle  kent  güvenliğini  sağlıyorlardı . Halk  de  kendi güvenliğini  korumak  için  Mahalle  Bekçileri  tutuyordu .
           Subaşılar Kaza  hükümet  idaresinin  ikinci  önemli  kişisidir . Kadının  hükmü   tüm  kazayı  kapsasa  da  Subaşının  şehir  ve  o  şehrin  bucaklarında   hükmü  geçiyordu . Köyler  Tımar  sahiplerine  Serbest  Tımar  olarak  verilmişse  oranın  Subaşısı  Serbest  Tımar  Beyiydi . Serbest  Tımar  Sahibi  kendi  tımarının  başında  bulunmuyorsa  Naip  veya  Voyvoda  denilen  yardımcıları  görünüyordu . Cebeli  Tımarlarda  ise  güvenliği  Tımar  Beyleri  sağlıyordu . Bunlar  her  sancağa  Sancak  Subaşısı , köylere  Köy  Subaşısı  gönderiyorlar  ve  Sancak  Beyinin  adına  çalışıyorlardı . Subaşılar  genelde  Altı  Bölük  Halkından  seçilirdi . Osmanlı  hazinesinin  önem  verdiği  Mukataa  vergisini  Subaşılar  toplayıp  Üç  Ayda  bir  İstanbul’a  gönderilirdi .  
           Şehir  zeameti , kesin  olarak  şehir  sınırlarını  kapsadığı  halde  “ miri ”  durumda  olan  topraklarda  zıraatçi  durumda  bulunan  bazı  köylerin  şehre  çok  yakınlıklarından  ötürü  Sancak  Beyleri  ve  Şehir  Subaşıları  arasında  sürekli  bir  anlaşmazlık  konusu  oluyordu .
           Huzuru  bozanları  kolayca  ele  geçirmek  için  mahalle  halkını  birbirine  zincirleme  kefil  yapıyorlardı . XVI. yüzyıl   ortalarında  verilen  ve  Sancakbeylerini  yok  eden  hüküm  ile Sancakbeyi  Sancaktaki  tüm  kazalara  bir  Subaşı  yollayarak  bunu  Kadıya  bildirir , bu  karar  şehrin  güvenliğinin  daha  iyi  korunması  için  alınmıştı . Fakat  Sancakbeyleri  zorba  birer  vali  konumunu  almış, Ehl - i  Şer ‘in  temsilcisi  Kadı  ile, Ehl - i  Örf’ün  temsilcisi   Sancakbeyleri  biribiriyle  çekişmeye  başlamışlar , bu  çekişmeler  sırasında  halk  da  tarafsız  kalmamıştır . Kadı  aynı  zamanda  bir  çeşit  Belediye  Meclisi  olan  “ Kaza Kurulunun ”  da  başkanıydı. Bu  kurula  şehir  ileri  gelenleri , Ayan  ve  Eşraf , Şehir  Kethüdası , Müftü , Ahi  Babalar , Hıristiyan  ve  Müslüman  köylerin  temsilcileri  katılırdı .
D)               ADLİ  DÜZEN: Şehirlerde  Mahkeme  Dairesi  vardı . Çoğunlukla  cami  veya  medresenin  yanında  bulunan  bu  binaların  lojmanı  da  vardı . Sahn  Medreselerinden  mezun  olan  kişilerden  idareci  olmak  isteyenlerin  isimleri  bir  fermanla  belirtilir  ve  bunlar  vilayet  merkezlerindeki  Kadıların  yanında  3 - 5 yıl  Danışment  sıfatıyla  stajyer  olarak  kalıyor; daha  sonra  İstanbul’a  gelip  bir  sene  Mülazamet  sütresini  dolduruyor, ondan sonra  bir  yerin  Kadılığına  atanıyordu. Kadı  sadece  hakim  değildi, Kaza  adlı  bölgede  her  anlamda  Kaza  İdaresinin  başkanıydı . Bir  kişi  bir  yerde  bir  veya  iki  yıl  kadılık  yapardı . Kadının hükmü tüm  bölgeyi  kapsıyordu. Yer  değiştirme  sırasında  Kadı  bir  yıl  İstanbul’a  gidip  Mülazamet  süresini  dolduruyor , ondan  sonra  bir  yerin  Kadılığına  atanıyordu. 30  yıllık  bir kadılık  süresinin  10  yılı  Mülazametti . Kadı  Padişah  Fermanıyla  atanırdı  ve  davranışlarından  Divana  karşı  sorumluydu . Mahkemelerde Kadı  adına  duruşmaları  yöneten  Naipten  başka, kâtip, hademe  ve duruşmaların  tarafsız  yapıldığını  gösteren  Şuhud - u  Hal  adlı  bilirkişi  veya  juri  sayılabilirdi. Adli  polise  İzhar  denirdi  ve  bunlar  Muhzırbaşı  isimli  bir  komserin  yönetiminde  bulunurdu . Her  türlü  adli  cürüm  suçlusunu  bulmak  bunların  göreviydi . Kadılar  aynı  zamanda  günümüz  noterleri  gibi  sözleşmeleri  de  kaleme  alırlardı .
E)                SOSYAL  AÇIDAN  ORDU: Kuruluş  Döneminde  Türkmen  kökenli  ordu  bu  dönemde  yol  inşası  gibi  savaş  dışı  işlerde  uğraşıyordu . Altı  Bölük  Halkı  da  artık  kadrolarını  Türklere  kapatmış , Enderunlulara  açmıştı .
      Yeniçeri  sayısı  XV.  Yüzyılda 1 2 000  olarak gösterilmişti . Kapıkulları  ulufelerin  %25’ini  alıyorlardı . % 75’ini  alan  kişiler  ayrı  komutanlara bağlı  ayrı  bölüklerdi  ki :
a)                  Eyalet  Askerleri
b)                 Altı  Bölük  Halkı
c)                  Kale  Erleri
d)                 Kamu  Leşkeri
e)                  Şam , Kahire , Badat , Budin  kalelerinde  bulunan Yeniçeri  bölüklerine  Yeniçeri  Ocağından değil , Anadolu’dan asker  gönderiliyordu . Bunlara  Cebeli  Erler  veya  Anadolu’nun  Garip  Yiğitleri  deniyordu .
            Devşirmelere  iktidar  yolunu  açmak  için  Enderun  Okulu  açılmıştı . Enderun  Okulu  Türk  Kapıkulları   içinde  parlayan  kişilerle  dolmuş , Devlet  İdaresi , Rical  ve  Yüksek  Memurlar  yetiştirme  yönü  Dönmelerin  eline  geçmişti . Enderun  dışında  kalan  Kapı  Kullarının  ulufelerinin  arttırılması  için  Sipahi  Ocakları  ve  Altı  Bölük  Halkı  imtiyazlı  durum  haline  getirildi . Ayrıca  Bursa , Edirne , İzmit  ve  önemli  yerlerde  Yasakçılık  ve  Yasakçı  Başlığı  mesleği  konmuştur . Yasakçılar  büyük  şehirlerde  çarşıyı , esnafı  denetliyor , cezalandırıyordu . Bu  cezaların 1/3’ü  kendilerinde  kalıyor , gerisini  üç  aylık  dilimler  halinde  hazineye  gönderiyorlardı .
           Kamu  Leşkeri  ise  Anadolu  ve  Rumeli  Askeri  ismiyle  anılmaya  başlandı. Kapı  Kulları  dışında  masrafları  devlet  ve  halkça  karşılanan  Sekbanlar , Cerehorlar , Eliciler , Akıncılar   Kale  Erleri  bu  grubu  oluşturmakta , Eyalet  Askeri  sayılmakta  ve  Siyah  Börk  giymekteydiler .
              Kamu  Leşkerinin  ikinci  bölümü  de  Tımarlılardır . Anadolu  halkından  olan  Sekbanlar  , Serbest  ve  Bağlı Tımar  sahipleri  ( Zeamet  ve  Has ) Küçük  Rütbeli  Subaylar  yani  Çeribaşılar  ve  Alaybeyleri , Vilayet kadrosunda  olan  Dergâh – ı  Ali  Çavuşları  Divan  tarafından  bir  yere  Serbest  Tımarla  atanıyordu . Bu dönemde  Şehir  Subaşılarıyla  Sancak  Beyleri  arasında  bir  yekti  mücadelesi  de  görülüyordu .


C)  FONKSİYONEL AYRIŞIM


      Türkiye’nin  daha  kuruluşundan  beri , devlet  toplumun  gidişine  göre  biçimlenecek  yerde , tersine  toplum  devlet  elinde  yoğrulmuş , toplumsal  sınıfsallaşmayı  geniş  çapta  siyasal  gerekler  bu  sayede  biçimlendirilmiştir . Demek  oluyor ki  Türk  toplumunun  sınıfsal  ayrışımını  yapan  faktör  devletin  kendisi  olmuş  bulunmaktaydı . Bu  yüzden  sözünü  ettiğimiz  oluşumun  kavram  bakımından  toplumsal  yerine  fonksiyonal  olarak  nitelenmesi  daha  doğru  görülmüştür . XVI. yüzyıl  toplumsal  örgütlenmesi :
1)                  Askeriler
2)                  Şehirliler
3)                  Köylüler olarak görülür.
1)                 ASKERİLER: Devlet  hizmetinde  bulunan  kişilerdir . Bunlar  Kılıç  ve  Kalem  Ehli  olmak  üzere  ikiye  ayrılır . Askeriler  ücretlerinin  ödeme  biçimine  göre   iki  bölüme  ayrılıyorlar . Birisi  ücretleri  gündelik  olarak  ödenen . Hazineden gündelik   para  alırlardı. İkinci  sınıfsa  ücretleri  yıllık  olarak  hesaplanan   ve  ücretlerinin  karşılığı  bir  veya  birkaç  Tımar  verilen  memurlardı .
      Hazineden  alınan  hizmet  akçeleri  ise niteliği  yönünden  iki  ayrı  değimle  ifade  ediliyordu . Kapı  Kulları, Enderun  Hizmetlileri , Kale  Erleri , Subaşılar  Ulufe  isimli  gündelik  almaktaydılar . Hizmet  Ehlinin  aldığı  gündeliğe  Cihet  veya  Vazife  denirdi .
      Diğer  gelir  ise  Tımar  geliriydi . Yıllık 3000 - 19999  Akçe yıllık  gelire  Tımar 20000 - 99999  Akçeye  kadar  olan  gelire  Zeamet, 100000  Akçe  ve  üstünde  olan  gelirlere  Has  ismi  verilirdi.
      Askeri  Sınıf  en  fazla  servet biriktirmeye  sahip  sınıftı . Bunlar halkın  içinde  olduğu  kriz  ortamından  yararlanarak  faizcilik, ortakçılık, selam , murabahacılık  yoluyla  köylüyü  sömürüyorlardı . Bunlar XVI.  Yüzyıl  ortalarında  yeni  bir  sosyal  sınıf  ortaya ç ıkarmışlardır . Bu  sınıftan  o  kadar  şikayet  başkente  ulaşmıştı  ki  devlet  bunlarla  mücadeleye  başlamış  fakat , başarılı  olamamıştı .
2)      ŞEHİRLİLER: Şehirleri  ticari , sanayi  hayatın  doğurduğu olanaklar  doğuruyordu . Böylece kendilerini devlete  bağımlı  kılacak  bir  sözleşme  içine  girmemişlerdi . Şehirlerde  insanların  toplanmasının  sebebi  şuydu :
a)                  Her  türden  üretim  fazlalığının  değiş  tokuş  gereği  mal fazlalığı  ve  alım  satıma  olan  ihtiyaç .
b)                Sanayi işletmeciliğinin  ( endüstriyel  yapım  ve  üretim  işlerinin ) ancak  kalabalık  yerlerde  gelişebilmesi.
c)                  Kültür  ve  eğitim  kurumlarının  büyük  topluluk  merkezlerinde  doğma  ve  yaşama  zorunluluğu .
d)                Hükümet  düzeninin   bölgelere  ayrılmasında  her bölgenin  idari  merkezi  olarak  o  çevreden  bir  şehri  seçme  zorunluluğu  .
      Sosyal  Düzeni  sürdürme  yetkisi  devletin  yetkisi  olduğundan  pazarların  kontrolünün  sağlanması , adaletin yürütülmesi  ve  benzeri  hükümetlik  hizmetler , devlete  bu  alanlarda  vergi  hakkı  tanıyordu . Ayrıca  şehirli  Müslüman  halktan  zekat  ve  sadaka  alınıyordu . Bunlar  Vergi Kanunlarına  bile  zorunlu  vergi  olarak  girmişti . Gaziler bir  ülkeyi  fethettiklerinde  eski idareden  kalma  vergiler  de  İslamlaşarak halka  yükleniyordu . Mukataalar böyle  doğmuştu. Evlerin, dükanların  öteki  yapıların  da  esası  devlete ait  topraklar üzerine  kurulmuş  veya  şehrin ilk  alınışı  sırasında  arsa  spekülatörü  devlet  ve  ordu  ileri  gelenlerinin  kendi  mülklerine  geçmek  yoluyla  vakıf  yapmaları  sonucu  , pek  çok  binanın  da , bu  vakıf  arsalarına  yapılmış  olarak   her  iki   halde  de , ya  hazineye  , ya  da  vakıflara  arsa  icarı  ödeme  durumunda  olmalarından şehirli  yine  de  devlet  mülkünün  kiracısı  durumundaydı .
      Öte  yandan  da  bir  işletme  özelliğini  taşıyan  devlet  şehirlerde  bozahaneleri, Kapan  Hanlarını, dükkanları  elinde  tuttuğu  için  ticaret  ve  sanayi  erbabı  devlete  boyun  eğmişti . Esnaf  Şeyhlerinin  veya  Kethüdalarının  seçimden  sonra  tasdik  olma  yetkisi  kendisinde  olmayan  eşya  ve  yiyecek  satışlarını  “Narh ”  kelimesi   yoluyla  fiyatlandırma  kuralını  hemen  geri  kalmayan  devletti, yukarıda  belirttiğimiz  müdahaleleriyle, ticaret  ve  endüstriyi  sanki  bir  patron  davranışı  ile , kendi  hazinesine  çalışan  resmi  kurumlara  çevirmişti .
      Türkiye’nin  dirlik  ve  düzenlik  tarihini incelerken  esnaf  arasından  çıkan  büyük  zenginlerin  görülmeyişinin  nedeni  vakıf  kuranların  hep  “ askeri ”  kişiler  olup  “ şehirli ”  sınıftan  daha  doğru  bir  değimle  reayadan  olanların  içinde  bu  ünlü  hayır  işlerine  mülk  bağlamış  olanların  çok  az  oluşunun  nedenlerini  anlamış  oluruz .
      Öte  yandan  devletin  Türkiye  şehir  ticareti  ve  endüstrisi  üzerinde  sırf  hazineye  gelir  yönünden  kurduğu  patronaj  ve  hep  zenginlerin  vakıf  kurmaları  gibi  iki  önemli  olgu  karşısında   şehirlilerin  sermaye  birikimi   yapması  tamamen  olanaksızdı .  Ticaret  hanlarında  odalar , depolar , hatta  kasalar  kiralayarak büyük  ticari  işler çeviren , şehirden  şehre , hatta  ülkeden ülkeye    mallar  taşıyan , endüstri   üretiminin  yığdığı  malları  dışarı  pazara  alıp  giden  bir  de  tüccar  ( Hâcegân )  zümresi vardı  ki , bunlar  Modern  Avrupa’nın  endüstri  ve  ticaretini  kuran   adamlarının  Türkiye’deki  benzerleriydi . Ancak  bunlar  bir  yönden  batının  yeni  ticaret  tekniklerini  öğrenemedikleri , öteki  yönden  de  Rum  , Ermeni , Acem , Frenk  olarak  toplumun  milli  dokusu  niteliğinden  yoksun  oldukları , içlerinde çok  az Türk  bulunması  nedeniyle “ bezirgân ”  veya  “ hâcegân ”  adıyla tanınan  bu   adamlarından  da  bir  sermaye  birikimi beklenemezdi .
      Devletin  olan  topraklar  üzerine  ev - bark  ve  buna  benzer yapılar  kuran , bağ - bahçe  yapan  şehirli  sınıfı , bunun  karşılığında  “ Avarız Akçesi ”  denen  bir  çeşit  vergi  ödüyordu  ki , aslında  bu  bir  kiradan  başka  bir  şey  değildi . Çünkü  toprak  veya  arsa  üzerinde  bir  vakıf  kuruluşu  bulunanlar  paraca  zengin  olsalar  da  vergi  mükellefi  sayılmıyorlardı.
      C)  KÖYLÜLER  VE  ÇİFTÇİ  SINIFI:  Devlet , Anadolu’da  daha  kurulurken  “ Kâfirlerden  Gâzilerin   aldıkları  toprakları ”  devlet  mülkü  olarak  ilan  etmiş , özel  mülkiyete   şehirlerdeki  arsalar , bağlar  ve  bahçeler  bırakılmıştı .
      İş  böyle  olunca  , bu  toprakları  ekip  biçen  çiftçi  halk  bundan  böyle  devletin  yarıcısı  veya  icarcısı  durumuna  düşüyordu . O  halde  Türkiye  tarihinde  devlet  tek  başına  bütün  ülkenin  “ Toprak  Ağası ”  niteliğini  kazanmış  ve  bu  durumda özel  kişilerin  Toprak  Ağalığını  yapan  bir  derebeyi  sınıfının  çıkmasına  olanak  sağlamamış, Devlet Ağa  toprağı  işlemekle  emeğinden  yararlandığı  köylüye  bu  işi  iki  türlü  yaptırmıştır:
1)                  Ortakçı  Çiftlikleri: Bu  yöntem  Selçuklulardan  beri  devlet tarafından  kullanılıyordu. Devlet  köylüye  araziyi  ve  üstünde  oturacağı  evi  , saban  ve  sığırını  veriyordu . Ürünün  yarısı  devlete  ait  sayılıyordu . Bu  tür  çiftlikler  Ege  ve  Marmara  Bölgesinde görülüyordu . Ayrıca  Osmanlı  pirinç tarlalarında  da  aynı  yöntem  kullanılıyordu .  Kişiler  devlete  başka  bir  ödemede  bulunmuyorlardı.  Daha  çok  bu çiftçiler  köle  veya  azatlı  kölelerden  oluşuyordu .
2)                 Raiyet  Çiftlikleri :  Bu  çiftlikler  “ Tapu  Resmi ”  karşılığında  bir  çiftçi  ailesine  verilirdi . Köylüden  1/10  ile  1/2  arasında  Aşar  vergisi , her  yıl  Mart  ayında  verilen  ve  hane  başı  22 – 50  Akçe  olan  Çift  Resmini  öderlerdi . Ailenin  çocuk  sayılan  oğlundan  6  Akçe, evlenmiş  oğlundan 12  Akçe  Bennak  vergisi  alınırdı . Ayrıca  koyun  besleyen  aileler  Ağnam, arıcılık  yapan  aileler  Kovan  Resmi  öderdi .
      Miri  toprağın  sahibi  olan  köylü  onu  satamaz ,  bağışlayamaz , kiralayamaz , rehine  koyamazdı . Raiyetlikten  vazgeçmek  ise  o  araziyi  yeni  baştan  alıyormuşçasına  devlete   satmakla  olurdu .
         Kıtlık  zamanında  köylü  toprağını  bırakıp  şehre  göçemezdi . Bu  olayın  Osmanlı  Hukuk  Tarihindeki  ismi  Çiftbozanlık  olup  yakalanan köylüden  75  Akçe  Çiftbozan  Cezası  alınılırdı . Ancak  10  yıl  Çiftbozan  kaçkını  olan  kişiler  bu  cezadan  kurtulur , şehirli sayılırdı .
      Devlet  bu  yükümlülüklere  karşılık  sözü  geçen  arazinin hiçbir  zaman  ondan  geri  alınamayacağını , hatta  arazinin  bir   kısmının  evladına  miras  bırakabileceği  teminatını  veriyordu . Köylünün  mirasçısız  ölmesi  halinde  topraklar  tekrar  Divanca  arttırmaya  çıkarılarak  şehirli  veya  başka  köyden  olmayan  yeni s ahiplerine  veriliyordu .




Kaynak gösterilerek alıntılanabilir.
© H. Endercan KURŞAKLIOĞLU, 2009