TÜRKİYENİN İKTİSADİ VE İÇTİMAİ
TARİHİ CİLT .II(1453-1559)
Bölüm I
Tarihçi ve Araştırmacı Endercan Kurşaklıoğlu Derekahve Fikir Otağının 16 Ekim 2010 Pazar günkü toplantısında aşağıdaki semineri
vermiştir :
A)
XV.YÜZYIL ORTALARINDA YENİ TOPLUMSAL YAPI :
a)
ŞEHİR TOPLULUKLARI: İstanbul Anadolu ve Rumeli’ndekilerden farklı olmak
üzere Enderunluların önde bulunduğu tipik bir
Osmanlı şehri durumunda
gelişmiş oluyordu. Bizans ve Batı
Hrıstiyanlığı şehir hayatından
çok şeyler alan, fakat Eski Doğu
- İran saraylarının ve yüksek
bürokratik zümrenin debdebeli ve dejenere
zevklerini onlarla toplayan Osmanlı Başşehri, kurulduğu mutlak irade,
geliştirdiği yüksek dereceli medreseler ve başka nedenlerle,
Anadolu şehirlerindeki ileri gelen ailelerin bir kısım
üyelerini kendine çekmekte, onlarla akraba oluyor böylece
başşehir modası ve
hayat biçimi öteki şehirleri de çabucak
tutkusu içine alıyordu.
Köylerde görülen ekonomik bunalım sonunda doğan Rindlik kaybolmuştu. Köyden gelen Garip Yiğitler
Gazi Sultan’ın ordusunda bulunarak ulufe veya
ganimet elde etmek
bulunmaz bir fırsattı.
Fatih kanunnamesinden sonra Ahilik sınıfı bağımsızlığını yitirmiş, XIII. yüzyıl
Ankara başta olmak üzere birçok yerde güvenliği sağlayan Ahi Babalar
Kadılarca atanmaya başlamıştı. Böylece Ahilik çökmüş, devlete
bağlı Lonca ve Kethüdalık sistemi 1453’den sonra yükselmişti. Esnaf Dernekleri
ordu sefere çıktığında lojistik hizmetini karşılayacak oduncuları yollayarak
fetihlerde yer alırlardı. Medreseliler ise tahsilleri bittikten sonra padişahtan
iş istemek zorundaydılar.
Devlet görevlileri dışında şehrin
baştagelen sınıfı Ayan ve Eşraf sınıfıydı. Bu sınıfı kimlerin oluşturduğunu
belli bir şekilde anlamak güçtür. Çünkü
Türk Tarihinde birbirinden belirli hukuksal ve geleneksel sınırlarla ayrılmış sosyal sınıflar yoktu. Ancak şehrin sorunlarına
veya hükümetle olan ilişkilerine ve başka
işlere ait yazmalarda halkı temsil ediyor
diye, fikirlerine başvurulan ve bazı
hallerde hükümetten dileklerde bulunan Ayan ve
Eşraf, adı pek sık
geçmekte olduğu için
varlıklarından şüphe etmiyoruz.
Eşraf ve Ayandan sayılan aileler doğuşları itibariyle hükümet kapısından geliyorlardı . Geçmişte ya vezir ya
da Subaşı, Sancak Beyi , Kadı , Müderris ve benzeri olmuş bulunanların yığdıkları servetleri (han , hamam , dükkan , bağ , bahçe
gibi arazi ve
büyük emlak ,
büyük vakıfların mütevelliliğini yapmaktaydılar . ) kendilerinden sonra arkalarında zengin bir
aile sürdürdüğünden, bu gibileri , şehirlerde Ayan ve
Eşrafın kendileriydiler . Mevlâna’nın
XIII. yüzyıl Selçuklu şehirleri için yaptığı
sınıflandırmanın bir benzerini
XV. yüzyıl için yaparsak şu sonuçlara
varırız :
1)
Padişah ve saray halkı
2)
Hükümet hizmetlileri (Kılınç ve kalem
Ehli . Kadılık en yüksek taşra mülki
ünvanıydı . )
3)
Eşraf ve Ayan
4)
Esnaf ve tüccarlar
5)
İşçiler ve çıraklar
6)
Ufak tefek bağ , bahçe ve dükkanları olan halk
7)
Mutezika ( Vakıf geliriyle geçinenler )
b)
KÖY TOPLULUKLARI
: XV. Yüzyıl köy topluluğu XIII. yüzyıldakine oranla ölçerek söylüyoruz ki yerleşik
yaşantıyı ifade ediyordu ve geçimleri
tarım üretimine dayanıyordu . Rumeli’nin Türkleşmesinde Anadolu’dan Rumeli’ye geçen köylülerden
yararlanıldığı bilinmektedir . Sipahiliğin esas kaynağı köylüler ve göçebe Türkmen
Aşiretleriydi . XV. Yüzyılda Türkmen kitlesi geniş çapta
yerleşip birer köy
kurmuş durumdaydı . Türkmen köyleri yazın yaylaya
sürülerini çıkartır , kışın kışlağa dönerek tarımla uğraşırdı .
XV. yüzyılda köy bir
cami etrafında toplanan evler topluluğundan
oluşuyordu . Caminin yerini bazen zaviyeler ve Ahi Tekkeleri alırdı . Köylüler henüz Türkmenlik anılarını unutamadıkları için köy gençlerine
“İl Eri” deniyordu . İl Erleri bir
kazanın köylerindeki güvenliği sağlıyorlardı . Komutanlarına “ Köy Kethüdası ” adı veriliyordu . Köylüler devletin “ raiyeti ” idiler . Raiyetin verdiği icar örfi ve
şerri vergi sistemlerinde
aynı esaslara bağlı olarak
vergi kanunları vardı .
Köylüler arasında otlak veya
mera yüzünden kavgalar olurdu . Bu yüzden Anadolu’daki köylü halkın bir kısmı Rumeli’ye sürgün edilirdi . XV. yüzyıl Türkiyesi’nde Toprak Ağalığı yoktu . Köy toplumsal yapısının dışarı attığı
Çiftbozan ve Garip
Yiğitleri devlet hayatındaki
iyi ve kötü
bütün yönleriyle inceleyeceğiz .
c)
AZINLIKLAR ( EYRETİ TOPLULUKLAR ) : Osmanlı İmparatorluğu
Toplumunu Suni - Müslüman ailenin en küçük
toplum olduğuna inanan insanlar
oluştururdu . Bunlar köy , mahalle , şehir halinde gruplaşmış toplumdular . Ayan ve Eşraf , Kılıç ve Kitap
Ehli halk da
bunların bir araya gelmesinden
oluşuyordu . Geçici Topluluklar : Rumlar, Ermeniler , Türkmenler (Yörükler) , Çingeneler , Mellaşlar ve Kürtlerdi
. Türkmenler aynı dil , din ve kültürde
olmalarına ramen kendi beylerinin
önderliğinde merkezden
uzak alanlarda yaşıyor ve hayvancılık
yapıyorlardı . Osmanlı idari sisteminde
geçici topluluk sayılan Göçebe Araplara
Kanuni Sultan Süleyman zamanında Şam , Bağdat ve Arabistan Valilerine gönderdiği bir fermanla Arabistan toprakları üzerinde tımar ve unvan
verilmesi yasaklanıyordu . Türkmenler raiyet değildi . Yıllık vergi öderlerdi
.
Osmanlı İmparatorları “ Sultan-ı Rûm ” yani Büyük
Roma İmparatoru özeliğini taşıdıklarından Fırat’ı geçtikten sonra burayı
tımar arazisi hâline getirmemiş, Doğu Anadolu’da yaşayan Kürt Aşiretlerinin
başında bulunan beyleri bağlı olduğu
kabilenin devlete
borçlu oldukları askeri ve
mali yükümlülükler bu aşiret
beyi tarafından ödenmekte , devlet aşiret kişileriyle değil aşiret
reisiyle muhataptı . Bu durum Türkler dışında , imparatorluğun öteki milletlerine yarar yerine zarar
getirmişti . Çünkü onların toplumsal yapıları gelişmemiş ve ilkel
özellikleri yüzyıldan yüzyıla olduğu gibi sürüp
gitmişti.
Kürtler , Türklerin kuvvetli şehir hayatı ve
kültürünün etkisine kapalı yaşadıklarından ,milliyet duygusunu ve diğer
başka sosyal özelliklerini
kolayca yaşatabilmişlerdir . Hata Küret halkından kuvvetli bir ailenin (milli veya çevresel
hanedanın ) yönetiminde yaşayanlar varsa da , bu gibileri Osmanlı Padişahının uyrukluğunu kendileri kabul ettikleri
için başlarındaki bu ailenin
” beylik ” , ” valilik ” haklarına dokunulmuyor ve ocaklık kuralları içinde , bu türden bir aile
, kendisine bağlı şehir veya bölgenin
başında yarıbağımsız bir siyasi
haktan faydalanmaya devam ediyorlardı
. Doğu Anadolu’da , Suriye ve Irak’ta
, böylece kendi Arap ve
Kürt halklarının başında “ Ocaklık üzere ” yerli vali
durumunu sürdürmüş birçok soylu
aileler görülmüştü .
Hristiyanlar ve Yahudiler “ İllik Kâfiri ” yani padişahın reayalığını kabul etmiş
kişilerdi . Azınlıklar da tasarruf
hakkına sahiptiler, vakıfları vardı. Müslümanlar dışımda kalan dinsel
cemiyet üyelerine devlet hizmeti
verilmezdi. Yahudiler Osmanlı Ahi Cemiyetine
de alınmıyorlardı. İstanbul’un fethinden sonra kurulan Esnaf Loncalarında
Yahudiler Ahi örgütüne rakip bir örgüt kurmuşlardır.
Havra ve kilise kurmak , dini nikâh işleri haham ve papazların
elindeydi . Hristiyan ve Müslüman toplumları arasındaki davalara kadı değil
Divan bakardı . XVI. yüzyıl başlarında birçok şehir ve
kasabada kolay kazanç yolu arayan birtakım
işsiz güçsüz kişiler , biribirlerine tanık olmak şeklinde Hristiyan ve Yahudilere Müslümanlığa , Türklüğe , kendilerine küfrettiğini yazıyor veya bu
kişilerin mürted olduklarını
, yani eski dinlerine gizlice döndüklerini kadıya götüreceklerini bildirerek azınlıklara korku verip
şantaj yapıyorlardı . Ayrı cemaatlar arasındaki yargılamalar Divan’a götürülünce böyle sahtekârlıklar
ortadan kalktı .
d)
DİNİ DURUM : Osmanlı
İmparatorluğu Suni - Hanefi bir devlet özelliğini taşıyordu . Danişmendiye ve Sufiye
tabakaları arasında bir rekabet
vardı . Müderrisler sufileri mülhidlikle suçluyorlar , tarikatlar ise onların mana değil madde
aleminin sultanı olduğunu söylüyorlardı . Akşemseddin ve Akbıyık gibi tarikat uluları ve şeyhleri ; Molla Hüsrev , Molla Gürani gibi
danişmendler arasında biribirlerini çeldirmek için bir mücadele vardı . Şeyhler kerametleri ve medreselilerin açıklayamadıkları dinsel konuları
birkaç dörtlükte açıklıyorlardı . Vakıflar dolayısıyla şeyhlerde İş Eri sayılıyordu . 1527 yılında İstanbul ulemalarından Hoca Kabız isimli
birisi Hz.İsa’nın Hz.Muhammed’den daha üstün olduğunu
ileri sürdü . Olay önce İstanbul kadısınca incelendi , dava sonra Divan’a
gönderildi . Şeyülislam Kemalpaşazade’nin verdiği fetva ile
ölüm hükmü giydi
.
On yıl sonra
ise Hamzavi Şeyhi Oğlanlar Şeyhi İsmail
Hristiyanlık ve Musevilikte esas olan inançlara
karşı çıkmıyordu . Ona göre insan Kâdimdir yani ölümsüzdür , mükafat ve mücazat görmeyecektir , Cennet ve Cehennem
hayaldir . Kabir azabı
, soru ve hesaba inanmıyor , tüm evrenin
var
olmas için aşkın
var olması gerektiğine
inanıyor ; kişinin iki rekat
” Aşk Namazı ” kılmakla namaz , oruç gibi kurallardan
kurtulacağını savunuyordu . Bu görüşleri
yüzünden 29 yaşında
boynu vurularak öldürüldü . Oğlanlar Şeyhi ünvanının
bu şeyhe verilmesinin
sebebi etrafındaki müritlerin gençlerden oluşmasıydı .
Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Dönemlerinde
Türkiye büyük bir iç sıkıntı geçiriyordu . Medrese öğrencileri içinde türlü ahlaksızlık olayları çıkmada , şehirlerde dolaşan serseri leventler , hatta görevli erler soygun , hırsızlık , ırza geçme , cinayet, kasten yangın çıkarma
ve yağmacılığa yeltenmekteydiler . Toplumun düştüğü bu acıklı durumdan
elbette yakınmalar yükseliyordu . Kanaatımızca bu olumsuz hareketlerin nedeni dini hoşgörüsüzlük
nedeniyle itikatsız ve imansız
insanların artmalarından dolayı devletin iç politikasında İslami bir
taassub yoluna gidilmesi bir kurtuluş
olarak görülmüştü .
1) Eski düzen ve
kanunlara saygı gösterilmez
olması
2) Toplumda ahlaka ve
dine aykırılık görüldüğünde açlık , deprem , sel gibi olayların,
Tanrı tarafından insanları cezalandırmak için yaratıldığını
söylüyorlardı .
1538
yılında bir takım
fetvalar ve bu fetvalara dayanan fermanlarla dinsel yönden şu
kararlar alındı :
1) Sahn
Medreselerinde Bilimsel Bilimlerin dince zararlı
gösterilerek kaldırılması .
2) Müslümanların davranışlarında saygısızlık gösterenlere ağır cezalar vermek .
3) Müslüman halkın kullandığı saygı ve
hürmet kelimelerinin kullanılmasının gayrımüslümlerce kullanılmasını yasaklanması . Örneğin : Öldü veya
vefat etti yerine murtoldu
, müşarüleyn yerine mefşur , İbni yerine velet
gibi küçültücü sıfatların kullanılması . Hrıstiyan ve Musevilerin
ata binememeleri ve köle
kullanamamaları , tek tip elbise giymeleri mecburi hale getiriliyordu
.
Oğuz asılı köylü ve
Yörük halk ise
yatır , evliya , iyiler , Hızır ,Üçler Yediler Kırklar ruhlarına inanıyorlar ve bunlara
nezir ve adak
adıyorlardı .
İstanbul’da görülen medreseli-tekkeli
ayrışması merkezi nitelikteydi.Merkez bu olaylardan etkilendiği halde
Anadolu’da Müslüman Türkler Hristiyanlarla ve Yahudilerle aynı mahallelerde
oturuyor , biri birlerinin iyi ve kötü günlerine
katılıyorlardı . Toplum laisizme yakın toplumsal
kurallarla yönetiliyordu .
B)
OSMANLI REJİMİNDE HÜKÜMET SİSTEMİ
A)
PADİŞAH VE TAHT :
İstanbul’un Devlet Merkezi oluşuyla Türk Siyasi
Hayatında meydana gelen değişiklikler biribirini izlemiştir . Örneğin Fatih kendinden öncekiler gibi “ Sultan
” ünvanının üstünde “Padişah ” ünvanını almıştı . Sultanın haftanın iki günü Divana başkanlık etme yetkisi
mutlak vekil olan
Vezir – i Azama geçmişti . Padişah arzları veya divan kararlarını
kabul eden veya
geri çeviren mutlak iradeli bir baş
otorite durumuna düşmüştü .
Vezirlik başta olmak
üzere tüm ünvanlar Ehl - i
İlim’den Ehl - i Örf’e geçmişti . Divandan başlamak üzere tüm yönetimin
başına Enderun kökenli Gulâm sınıfına dayanan kişiler getirilmişti . Kölelerden kurulu Yeniçeri Ocağı , onların ileri sürdüğü Enderun’lu Ekâbir karşısında güçsüzdü . Göz kamaştırıcı fetihler dönemi bitince bu ulufeli
asker karşısında padişahlık makamı kendi iradesine
göre daha çok
kaybedecektir . Böylece Yeniçeriler ihtilalci bir sınıf
haline gelecektir .
Bu konuda
dikkat çeken bir nokta da devlet kadrolarında
hükümdarın ( kendi ideasının aksine olarak
) artık artık “ mülkün sahibi ” durumunda bulunmadığı , padişahlık görevinde irsi bir
memur gibi oturduğu olgusu yürütülebilecek
, bundan böylece devletin Osmanlı Ailesi üzerinde
bir “ miras kalmış mülk ” olduğu kimsenin aklından geçmeyecek , onun yerine birliği padişah tarafından temsil olunan
tek ve bölünmez devlet bulunduğu
zihinlere yerleşmiş olacaktır .
B)
MERKEZİ HÜKÜMET:
Yükselme Döneminde hükümet Vezir - i Azamın başkanlığında toplanan üç Daireden
oluşuyordu . Birinci Daire kendine bağlı Ehl
– i Örf ve yürütücü nitelik gösteren bölüm ki
, bu kadroya dahil olanlar “ Ehl - i Örf ve Ordu ” mensubuydular
. İkinci Daire Maliye Dairesiydi:
Defterdarın başında bulunduğu bu bölüm
devletin en büyük ve
en önemli örgütüdür
. Mal Memurları ve İş Erleri adlı
görevliler kadrosu maliye bölümünün mensuplarını ifade eder . Arap Eyaletlerinin fethinden sonra Defterdarlık
Anadolu ve Rumeli Defterdarı olarak ikiye ayrılmıştır.
Üçüncü Daire: Kaza - i Şerri bölümden
oluşur . Başkanı Kazaskerdi . Kazasker hem Adalet
Bakanı, hem de Yargıtay Baş Savcısı
ödevini görürdü . Müdersisler, Kadılar ve Naibler
bu daireye bağlıydılar . Böylece Vezir - i Azam Divanın başkanı olmakla O artık
tam anlamıyla bir Başbakan’dı
. Yürütme ve yargının da başkanıydı.
C)
KAZA İDARESİ:
Fetihten sonra İstanbul bir Subaşılık
ve dört kadılığa
bölünmüştü. Bu kadılıklar İstanbul, Galata , Haslar , Üsküdar Kadılıklarıydı . Bu kadılıklar da kendi içinde
Naipliklere ayrılıyordu . Ayrıca gece acil olaylara bakan bir
Gece Naibi de
vardı. İstanbul bir başkent olduğundan
bir Beylerbeyliğine bağlanmamıştı. Bu dönemde İstanbul’un Rumeli Yakasına
Kaptan Paşa, Üsküdar Yakasına Kocaeli Sancak Beyi bakıyordu.
Bu Orhan Bey Döneminden beri gelen
bir görenekti. İstanbul başkent olduğundan
Yeniçeriler, Altı Bölük Halkı,
bütün meslek dernekleri, Paşa Kulları , Divan Kâtipleri , Dergâh – ı Ali Çavuşları , hükümet ve devlet ileri gelenleri ve akrabaları
, zabitleri olan esnaf kadının
yargılamasından muaftı . Asayiş organları mahallede oturan halk tabakaları için işliyordu
. Şeri veya Örfi resimleri,
iltizamları ve emanetleri toplama hakkı Subaşılara verilmişti . Bu ünvana halk arasında
Zaim veya Emin de denirdi . Subaşılar 100 Akçe gibi dolgun bir
ücretle göreve başlarlardı . Subaşılar kendilerine bağlı Asesbaşı
ve Aseslerle kent güvenliğini
sağlıyorlardı . Halk de kendi
güvenliğini korumak için Mahalle Bekçileri tutuyordu .
Subaşılar Kaza hükümet idaresinin ikinci önemli
kişisidir . Kadının hükmü tüm
kazayı kapsasa da Subaşının
şehir ve o şehrin
bucaklarında hükmü geçiyordu . Köyler Tımar sahiplerine Serbest Tımar olarak
verilmişse oranın Subaşısı Serbest Tımar Beyiydi
. Serbest Tımar Sahibi kendi
tımarının başında bulunmuyorsa Naip veya Voyvoda
denilen yardımcıları görünüyordu . Cebeli Tımarlarda ise güvenliği Tımar Beyleri
sağlıyordu . Bunlar her sancağa
Sancak Subaşısı , köylere Köy Subaşısı gönderiyorlar ve Sancak
Beyinin adına çalışıyorlardı
. Subaşılar genelde Altı Bölük
Halkından seçilirdi . Osmanlı hazinesinin önem verdiği Mukataa vergisini Subaşılar toplayıp Üç Ayda
bir İstanbul’a gönderilirdi .
Şehir zeameti , kesin olarak şehir
sınırlarını kapsadığı halde “
miri ” durumda olan topraklarda zıraatçi durumda bulunan bazı köylerin
şehre çok yakınlıklarından
ötürü Sancak Beyleri
ve Şehir Subaşıları
arasında sürekli bir anlaşmazlık konusu oluyordu .
Huzuru bozanları kolayca ele geçirmek
için mahalle halkını birbirine zincirleme kefil yapıyorlardı
. XVI. yüzyıl ortalarında verilen ve Sancakbeylerini yok eden
hüküm ile Sancakbeyi Sancaktaki tüm kazalara bir Subaşı
yollayarak bunu Kadıya
bildirir , bu karar şehrin
güvenliğinin daha iyi
korunması için alınmıştı . Fakat Sancakbeyleri zorba birer vali
konumunu almış, Ehl - i Şer ‘in temsilcisi Kadı ile,
Ehl - i Örf’ün temsilcisi
Sancakbeyleri biribiriyle çekişmeye başlamışlar , bu çekişmeler sırasında halk da
tarafsız kalmamıştır . Kadı aynı zamanda bir çeşit Belediye
Meclisi olan “ Kaza
Kurulunun ” da başkanıydı. Bu kurula şehir
ileri gelenleri , Ayan ve Eşraf , Şehir Kethüdası , Müftü , Ahi Babalar , Hıristiyan ve Müslüman köylerin temsilcileri katılırdı .
D)
ADLİ DÜZEN:
Şehirlerde Mahkeme Dairesi vardı . Çoğunlukla cami veya
medresenin yanında bulunan bu binaların
lojmanı da vardı
. Sahn Medreselerinden mezun olan
kişilerden idareci olmak isteyenlerin
isimleri bir fermanla belirtilir ve bunlar vilayet
merkezlerindeki Kadıların yanında 3 - 5 yıl Danışment sıfatıyla stajyer olarak kalıyor;
daha sonra İstanbul’a gelip bir
sene Mülazamet sütresini dolduruyor, ondan sonra bir yerin
Kadılığına atanıyordu. Kadı sadece hakim
değildi, Kaza adlı bölgede her anlamda Kaza İdaresinin
başkanıydı . Bir kişi bir
yerde bir veya
iki yıl kadılık
yapardı . Kadının hükmü tüm bölgeyi kapsıyordu. Yer değiştirme sırasında Kadı bir yıl
İstanbul’a gidip Mülazamet süresini dolduruyor , ondan sonra bir yerin Kadılığına atanıyordu. 30 yıllık bir kadılık süresinin 10 yılı
Mülazametti . Kadı Padişah Fermanıyla atanırdı ve davranışlarından
Divana karşı sorumluydu . Mahkemelerde Kadı adına duruşmaları yöneten Naipten başka, kâtip, hademe ve duruşmaların tarafsız yapıldığını gösteren Şuhud - u Hal adlı
bilirkişi veya juri
sayılabilirdi. Adli polise İzhar
denirdi ve bunlar Muhzırbaşı
isimli bir komserin
yönetiminde bulunurdu . Her türlü adli cürüm
suçlusunu bulmak bunların
göreviydi . Kadılar aynı zamanda
günümüz noterleri gibi sözleşmeleri de kaleme
alırlardı .
E)
SOSYAL AÇIDAN ORDU: Kuruluş Döneminde Türkmen kökenli ordu bu
dönemde yol inşası
gibi savaş dışı
işlerde uğraşıyordu . Altı Bölük Halkı
da artık kadrolarını
Türklere kapatmış , Enderunlulara açmıştı .
Yeniçeri sayısı XV. Yüzyılda
1 2 000 olarak gösterilmişti . Kapıkulları
ulufelerin %25’ini alıyorlardı . % 75’ini alan kişiler
ayrı komutanlara bağlı ayrı bölüklerdi ki :
a)
Eyalet Askerleri
b)
Altı Bölük Halkı
c)
Kale Erleri
d)
Kamu Leşkeri
e)
Şam , Kahire , Badat
, Budin kalelerinde bulunan Yeniçeri bölüklerine Yeniçeri Ocağından değil , Anadolu’dan asker gönderiliyordu . Bunlara Cebeli Erler
veya Anadolu’nun Garip Yiğitleri
deniyordu .
Devşirmelere iktidar yolunu açmak
için Enderun Okulu açılmıştı
. Enderun Okulu Türk Kapıkulları
içinde parlayan kişilerle dolmuş , Devlet İdaresi , Rical ve Yüksek
Memurlar yetiştirme yönü Dönmelerin eline geçmişti . Enderun dışında kalan Kapı
Kullarının ulufelerinin arttırılması için Sipahi Ocakları ve Altı
Bölük Halkı imtiyazlı durum haline
getirildi . Ayrıca Bursa , Edirne , İzmit ve önemli yerlerde
Yasakçılık ve Yasakçı
Başlığı mesleği konmuştur . Yasakçılar büyük şehirlerde
çarşıyı , esnafı denetliyor , cezalandırıyordu . Bu cezaların 1/3’ü kendilerinde kalıyor , gerisini üç aylık
dilimler halinde hazineye gönderiyorlardı .
Kamu Leşkeri ise Anadolu ve Rumeli
Askeri ismiyle anılmaya başlandı. Kapı Kulları dışında masrafları devlet ve halkça
karşılanan Sekbanlar , Cerehorlar , Eliciler , Akıncılar Kale Erleri bu
grubu oluşturmakta , Eyalet Askeri sayılmakta
ve Siyah Börk giymekteydiler
.
Kamu Leşkerinin ikinci bölümü
de Tımarlılardır . Anadolu halkından olan Sekbanlar
, Serbest ve Bağlı
Tımar sahipleri ( Zeamet ve Has )
Küçük Rütbeli Subaylar yani Çeribaşılar
ve Alaybeyleri , Vilayet kadrosunda olan Dergâh
– ı Ali Çavuşları Divan tarafından
bir yere Serbest Tımarla atanıyordu . Bu dönemde Şehir Subaşılarıyla
Sancak Beyleri arasında bir yekti
mücadelesi de görülüyordu .
C)
FONKSİYONEL AYRIŞIM
Türkiye’nin daha kuruluşundan
beri , devlet toplumun gidişine göre biçimlenecek yerde , tersine toplum devlet
elinde yoğrulmuş , toplumsal sınıfsallaşmayı geniş çapta
siyasal gerekler bu sayede
biçimlendirilmiştir . Demek oluyor ki Türk toplumunun sınıfsal ayrışımını yapan faktör
devletin kendisi olmuş bulunmaktaydı . Bu yüzden sözünü ettiğimiz oluşumun kavram bakımından toplumsal yerine fonksiyonal olarak nitelenmesi
daha doğru görülmüştür
. XVI. yüzyıl toplumsal örgütlenmesi :
1)
Askeriler
2)
Şehirliler
3)
Köylüler olarak
görülür.
1)
ASKERİLER: Devlet hizmetinde bulunan kişilerdir . Bunlar Kılıç ve
Kalem Ehli olmak üzere
ikiye ayrılır . Askeriler ücretlerinin ödeme biçimine göre iki bölüme
ayrılıyorlar . Birisi ücretleri gündelik olarak ödenen . Hazineden gündelik para alırlardı. İkinci sınıfsa ücretleri yıllık olarak
hesaplanan ve ücretlerinin karşılığı bir veya birkaç
Tımar verilen memurlardı .
Hazineden alınan hizmet akçeleri ise niteliği yönünden iki ayrı
değimle ifade ediliyordu
. Kapı Kulları, Enderun Hizmetlileri , Kale Erleri , Subaşılar Ulufe isimli
gündelik almaktaydılar . Hizmet Ehlinin aldığı gündeliğe Cihet veya
Vazife denirdi .
Diğer gelir ise
Tımar geliriydi . Yıllık 3000 - 19999 Akçe yıllık gelire Tımar
20000 - 99999 Akçeye kadar olan
gelire Zeamet, 100000
Akçe ve üstünde olan gelirlere
Has ismi verilirdi.
Askeri Sınıf en
fazla servet biriktirmeye sahip sınıftı
. Bunlar halkın içinde olduğu kriz
ortamından yararlanarak faizcilik, ortakçılık, selam , murabahacılık yoluyla köylüyü sömürüyorlardı . Bunlar XVI. Yüzyıl ortalarında yeni bir
sosyal sınıf ortaya
ç ıkarmışlardır . Bu sınıftan o kadar
şikayet başkente ulaşmıştı ki devlet
bunlarla mücadeleye başlamış fakat , başarılı olamamıştı .
2)
ŞEHİRLİLER:
Şehirleri ticari , sanayi hayatın doğurduğu olanaklar doğuruyordu . Böylece kendilerini devlete bağımlı kılacak bir sözleşme
içine girmemişlerdi . Şehirlerde insanların toplanmasının sebebi şuydu
:
a)
Her türden üretim fazlalığının değiş tokuş gereği mal
fazlalığı ve alım satıma olan
ihtiyaç .
b)
Sanayi işletmeciliğinin ( endüstriyel yapım ve üretim işlerinin
) ancak kalabalık yerlerde gelişebilmesi.
c)
Kültür ve eğitim kurumlarının
büyük topluluk merkezlerinde doğma ve
yaşama zorunluluğu .
d)
Hükümet düzeninin bölgelere
ayrılmasında her bölgenin idari merkezi olarak o
çevreden bir şehri
seçme zorunluluğu
.
Sosyal Düzeni sürdürme
yetkisi devletin yetkisi olduğundan pazarların kontrolünün sağlanması , adaletin yürütülmesi ve benzeri hükümetlik hizmetler , devlete bu alanlarda
vergi hakkı tanıyordu . Ayrıca şehirli Müslüman halktan zekat ve
sadaka alınıyordu . Bunlar Vergi Kanunlarına bile zorunlu vergi olarak
girmişti . Gaziler bir ülkeyi fethettiklerinde
eski idareden kalma vergiler de İslamlaşarak halka yükleniyordu . Mukataalar böyle doğmuştu. Evlerin, dükanların öteki yapıların da esası
devlete ait topraklar üzerine kurulmuş veya şehrin ilk alınışı sırasında arsa spekülatörü
devlet ve ordu
ileri gelenlerinin kendi mülklerine
geçmek yoluyla vakıf yapmaları
sonucu , pek çok
binanın da , bu vakıf arsalarına yapılmış olarak her iki
halde de
, ya hazineye , ya da
vakıflara arsa icarı ödeme durumunda
olmalarından şehirli yine de
devlet mülkünün kiracısı durumundaydı .
Öte yandan da
bir işletme özelliğini taşıyan devlet şehirlerde
bozahaneleri, Kapan Hanlarını, dükkanları elinde tuttuğu
için ticaret ve sanayi
erbabı devlete boyun eğmişti
. Esnaf Şeyhlerinin veya Kethüdalarının seçimden sonra tasdik
olma yetkisi kendisinde olmayan eşya ve
yiyecek satışlarını “Narh ” kelimesi
yoluyla fiyatlandırma kuralını hemen geri
kalmayan devletti, yukarıda belirttiğimiz müdahaleleriyle, ticaret ve endüstriyi sanki bir
patron davranışı ile , kendi hazinesine çalışan resmi kurumlara çevirmişti .
Türkiye’nin dirlik ve
düzenlik tarihini incelerken esnaf arasından
çıkan büyük zenginlerin
görülmeyişinin nedeni vakıf kuranların
hep “ askeri ” kişiler olup “ şehirli
” sınıftan daha doğru
bir değimle reayadan olanların içinde bu
ünlü hayır işlerine
mülk bağlamış olanların çok az oluşunun nedenlerini anlamış oluruz .
Öte yandan devletin Türkiye şehir ticareti
ve endüstrisi üzerinde sırf hazineye gelir yönünden
kurduğu patronaj ve hep zenginlerin vakıf kurmaları gibi iki önemli
olgu karşısında
şehirlilerin sermaye birikimi yapması tamamen olanaksızdı . Ticaret hanlarında odalar , depolar , hatta kasalar kiralayarak büyük ticari işler
çeviren , şehirden şehre , hatta ülkeden ülkeye
mallar taşıyan , endüstri üretiminin yığdığı malları dışarı pazara alıp
giden bir de tüccar (
Hâcegân ) zümresi vardı ki , bunlar Modern Avrupa’nın endüstri ve ticaretini
kuran iş adamlarının
Türkiye’deki benzerleriydi . Ancak bunlar bir
yönden batının yeni ticaret
tekniklerini öğrenemedikleri , öteki yönden de
Rum
, Ermeni , Acem , Frenk olarak toplumun milli dokusu
niteliğinden yoksun oldukları , içlerinde çok az Türk bulunması nedeniyle “ bezirgân ” veya “ hâcegân
” adıyla tanınan bu iş adamlarından da bir sermaye birikimi beklenemezdi .
Devletin olan topraklar
üzerine ev - bark ve buna
benzer yapılar kuran , bağ - bahçe yapan şehirli sınıfı , bunun karşılığında “ Avarız Akçesi ” denen bir çeşit vergi
ödüyordu ki , aslında bu bir kiradan başka bir
şey değildi . Çünkü toprak veya
arsa üzerinde bir vakıf
kuruluşu bulunanlar paraca zengin
olsalar da vergi mükellefi sayılmıyorlardı.
C) KÖYLÜLER
VE ÇİFTÇİ SINIFI:
Devlet , Anadolu’da daha kurulurken
“ Kâfirlerden Gâzilerin aldıkları toprakları ” devlet mülkü olarak
ilan etmiş , özel mülkiyete şehirlerdeki arsalar , bağlar ve bahçeler bırakılmıştı .
İş böyle olunca ,
bu toprakları ekip biçen
çiftçi halk bundan
böyle devletin yarıcısı veya icarcısı durumuna düşüyordu . O halde Türkiye tarihinde devlet tek
başına bütün ülkenin
“ Toprak Ağası ” niteliğini kazanmış ve bu durumda özel kişilerin Toprak Ağalığını
yapan bir derebeyi sınıfının çıkmasına olanak sağlamamış,
Devlet Ağa toprağı işlemekle emeğinden yararlandığı köylüye bu işi iki türlü
yaptırmıştır:
1)
Ortakçı Çiftlikleri: Bu yöntem Selçuklulardan beri devlet tarafından kullanılıyordu. Devlet köylüye araziyi ve üstünde oturacağı evi , saban
ve sığırını veriyordu . Ürünün yarısı devlete
ait sayılıyordu . Bu tür çiftlikler
Ege ve Marmara Bölgesinde görülüyordu . Ayrıca Osmanlı pirinç tarlalarında da aynı
yöntem kullanılıyordu . Kişiler devlete başka bir ödemede
bulunmuyorlardı. Daha çok
bu çiftçiler köle veya
azatlı kölelerden oluşuyordu .
2)
Raiyet Çiftlikleri
: Bu çiftlikler “ Tapu Resmi
” karşılığında bir çiftçi
ailesine verilirdi . Köylüden 1/10 ile 1/2
arasında Aşar vergisi
, her yıl Mart ayında
verilen ve hane
başı 22 – 50 Akçe olan Çift Resmini
öderlerdi . Ailenin çocuk sayılan
oğlundan 6 Akçe,
evlenmiş oğlundan 12 Akçe Bennak vergisi
alınırdı . Ayrıca koyun besleyen
aileler Ağnam, arıcılık yapan aileler Kovan Resmi
öderdi .
Miri toprağın sahibi olan
köylü onu satamaz
, bağışlayamaz , kiralayamaz , rehine koyamazdı . Raiyetlikten vazgeçmek ise o araziyi yeni baştan
alıyormuşçasına devlete
satmakla olurdu .
Kıtlık zamanında köylü toprağını
bırakıp şehre göçemezdi
. Bu olayın Osmanlı Hukuk Tarihindeki ismi Çiftbozanlık
olup yakalanan köylüden 75 Akçe
Çiftbozan Cezası alınılırdı
. Ancak 10 yıl Çiftbozan kaçkını olan kişiler
bu cezadan kurtulur , şehirli sayılırdı .
Devlet bu yükümlülüklere
karşılık sözü geçen
arazinin hiçbir zaman ondan geri alınamayacağını , hatta arazinin bir kısmının
evladına miras bırakabileceği teminatını veriyordu . Köylünün mirasçısız ölmesi halinde
topraklar tekrar Divanca
arttırmaya çıkarılarak şehirli veya başka köyden
olmayan yeni s ahiplerine veriliyordu .
Kaynak gösterilerek
alıntılanabilir.
© H. Endercan KURŞAKLIOĞLU, 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder